Yaşam Öyküleri

Ahmed ARİF

21 Nisan 1927 tarihinde Diyarbakır'da doğdu, 2 Haziran 1991 tarihinde Ankara'da öldü. Asıl adı Ahmed Önal' dır. Ortaöğrenimini Afyon Lisesi'nde tamamladı. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Felsefe Bölümü öğrencisi iken  Türk Ceza Yasası'nın  (T.C.K.) 141. ve 142. maddelerine aykırı davranmak savıyla (1950, 1952-1953) iki kez tutuklandı, yargılandı ve 2 yıl hüküm giydi. Cezaevi günleri sona erince Ankara'daki Medeniyet, Öncü ve Halkçı gibi gazeteler ve dergilerde teknik işlerle uğraşarak yaşamını kazandı.

Şiirleri Beraber, İnkılâpçı Gençlik, Meydan, Militan, Kaynak, Seçilmiş Hikâyeler, Soyut, Yeni a, Yeni Ufuklar, Yeryüzü dergilerinde yayımlandı. Toplumcu gerçekçi şiirimizin ustalarındandır. Yaşadığı coğrafyanın duyarlılığı ve halk kaynağındaki  sesini hiç yitirmeden, lirik, epik ve koçaklama tarzını kusursuz bir kurguyla kullanarak, özgün, tutkulu, müthiş ezgili çağdaş şiirler yazdı.



AHMET HAMDİ TANPINAR

23 Haziran 1901 tarihinde İstanbul'da doğdu, 24 Ocak 1962 tarihinde aynı kentte öldü. Babasının görevi nedeniyle ilk ve orta öğrenimini İstanbul, Sinop, Siirt, Kerkük ve Antalya'da tamamladı. İstanbul'da önce Veteriner Fakültesi'ne girdi, sonra Edebiyat Fakültesi'ne geçti. 1923 yılında yüksek öğrenimini tamamlamasının ardından Erzurum, Konya ve Ankara'da liselerde edebiyat öğretmeni olarak çalıştı. 1930'da Ankara Gazi Terbiye Enstitüsü'ne, 1932'de İstanbul Kadıköy Lisesi'ne atandı. 1933 yılında Güzel Sanatlar Akademisi'nde estetik ve sanat tarihi dersleri verdi. 1939'da İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nde kurulan Yeni Türk Edebiyatı Kürsüsü profesörlüğüne atandı. Yüksek öğrenim yıllarında çıkardığı Dergâh dergisi Türk Edebiyatına önemli katkıları olmuştur.

Ahmet Hamdi Tanpınar Yahya Kemal kadar Ahmet Haşim'den etkilenmiş, aynı coğrafyada doğu-batı uygarlığı ikilemini yaşayan, yitirdiklerine kavuşma isteği ile dolu, içe dönük, doğa ve evrenle bağ kurmaya çalışan, geçmişine  sıkıca bağlı,  zaman ve özlem duygularını Bergson etkisinde çözümlemeye çabalayan, öznelliği yoğun, titiz,  hece ölçüsünde ses uyumunu büyük ustalıkla kullanan, imge zenginliği ve müzik kaygısı içeren şiirler yazmıştır.




AZİZ NESİN

1915 (20 Aralık) İstanbul, Heybeliada'da doğdu.
1925 İstanbul'da Süleymaniye'de 'Kanuni Sultan Süleyman İptidai Mektebi'nin 3.sınıfına girdi. Sonradan okulun adı, İstanbul 7. ilkokul oldu.)
1935 Kuleli Askeri Lisesi'ni bitirip Harp Okuluna geçti.
1937 Ankara'da Harp Okulunu bitirip asteğmen oldu.
1941 2.Dünya Savaşı yıllarında 2 yıl Trakya'da çadırlı ordugahta görev yaptı.
1942 Erzurum Mustahkem Mevkii İstihkam Tb.Bölük Komutanlığına atandı. Bir bomba kazasında yaralandı. Erzincan'da depremde yıkılmış olan ordu cephaneliğinin boşaltılmasıyla görevlendirildi.
1944 Ankara'da Harp Okulu'nda açılan ilk tank kursuna katıldı.
1944 Zonguldak'ta uçaksavar top mevzileri yaptırmakla görevlendirildi.
1945 Askerlikten ayrıldıktan sonra Karagöz Gazetesinde ve Yedigün Dergisinde redaktörlük ve yazarlık yaptı, profesyonel olarak yazarlığa başladı.
1945 Tan Gazetesi'nde köşe yazarlığına başladı. (4 Aralık'ta tek parti iktidarı üniversite gençlerine Tan Gazetesi'ni yaktırdı.)
1945 Yayınlanmış ilk bağımsız yapıtı 'Parti Kurmak Parti Vurmak' adlı 16 sayfalık broşürü çıktı.
1946 Sabahattin Ali ile birlikte Markopaşa ve süreği olan gülmece gazetelerini çıkardı.
1947 Bursa'ya sürgün edilerek güvenlikte gözaltında tutuldu.
1948 İkinci kitabı olan 'Azizname' adlı taşlama kitabını çıkardı. Bu kitap için İstanbul 2.Ağır Ceza Mahkemesinde dava açıldı. 4 ay tutuklu olarak süren dava sonunda aklandı.
1949 İngiltere Prensesi Elizabeth, İran Şahı Rıza Pehlevi, Mısır Kralı Faruk her üçü birden Ankara'daki elçilikleri aracılığıyla Türkiye Dışişleri Bakanlığı'na resmen başvurarak, bir yazısında kendilerini aşağıladığı savıyla aleyhine dava açtılar. 6 ay hapse mahkum edildi ve ceza infaz edildi.
1952 İstanbul'da yeni kurulmaya başlanan Levent'te bir dükkan kiralayarak Oluş Kitabevi'ni açtı. Sabahları Levent'teki evlere gazete dağıtıyordu.
1953 İki küçük çocuğuyla birlikte Levent'teki kitabevinden geçimini sağlayamayınca Beyoğlu'nda Bursa Sokağı'ndaki yeni yapılmış hanın bir odasında 'Paradi Fotoğraf Stüdyosu'nu bir ortağı ile birlikte kurdu.
1955 6-7 Eylül faciası olarak tarihimize gelen İstanbul'daki azınlıkların ev ve dükkanlarının korkunç yıkımına suçlu aranmaya başlanmıştı. Aziz Nesin'de suçlu olarak Sıkıyönetimce tutuklandı.
1955 Halil Lütfü Dördüncü'nün 'Yeni Gazetesi'nde köşe yazarlığına başladı.
1956 İtalya'da (Bordighera'da) yapılan uluslararası (yirmi iki ulus) gülmece yarışmasında birincilik ödülü olan Altın Palmiye'yi 'Kazan Töreni' adlı öyküsüyle kazandı.
1957 Yine İtalya'daki aynı uluslararası yarışmada 'Fil Hamdi' adlı Öyküsüyle ikinci kez birincilik ödülü olan Altın Palmiye'yi kazandı.
1960 İtalya'da kazandığı ilk Altın Palmiye'yi devlet hazinesine bağışladı.
1961 Tanin Gazetesi'nde köşe yazarlığına başladı.
1961 Zübük adlı haftalık bir gülmece gazetesi çıkarmaya başladı.
1962 Sahibi bulunduğu Düşün Yayınevi anlaşılamayan bir nedenle bir gece yandı. Üst fiyatları 3 milyon lira olan (bugünkü para değeriyle en az yarım milyar lira) depodaki kitapları yandı.
1965 Elli yaşındayken ilk kez pasaport alabildi, ve yurtdışına çıktı. Çağrılı olduğu Berlin ve Weimar'daki Antifaşist Yazarlar Toplantısı'na katıldı. Altı ay süren bu ilk yurtdışı gezisinde, Polonya, Sovyetler Birliği, Romanya ve Bulgaristan'a gitti.
1966 Bulgaristan'da yapılan uluslararası gülmece yarışmasında birincilik ödülü olan Altın Kirpi'yi 'Vatani Vazife' adlı öyküsüyle kazandı.
1968 Milliyet Gazetesi'nin açtığı Karagöz oyunu yarışmasında 'Üç Karagöz' oyunuyla birincilik ödülü aldı.
1969 Moskova'da yapılan uluslararası gülmece yarışmasında 'İnsanlar Uyanıyor' adlı öyküsüyle Krokodil birincilik ödülü kazandı.
1970 Türk Dil Kurumu'nun oyun ödülünü 'Çiçu' adlı oyunuyla kazandı.
1972 Kimsesiz çocukları yetiştirmek için Nesin Vakfı'nı kurdu.
1974 Asya-Afrika Yazarlar Birliği'nin Lotus ödülünü kazandı.
1975 Lotus ödülünü almak için Filipinler'in başkenti Manila'da yapılan törene katıldı.
1976 Bulgaristan'da Gabrovo kentinde düzenlenen gülmece kitabı uluslararası yarışmasında birinciliği elde ederek Hitar Petar ödülünü kazandı.
1977 TürkiyeYazarlar Sendikası Başkanı seçildi.
1978 'Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz' adlı romanıyla Madaralı roman ödülünü kazandı.
1982 Vietnam'daki Asya-Afrika Yazarlar Birliği toplantısından dönüşte Moskova'da kalp hastalığından hastaneye kaldırıldı. 'Kalp Hastalıkları Araştırma Merkezi'nde bir ay kalarak tedavi gördü.
1983 ABD'de Indiana Üniversitesi'nin düzenlediği uluslararası toplantıya çağrıldı. Pasaportu geri alındığı için bu toplantıya katılamadı.
1984 (20 Aralık) Şan Sinema Salonu'nda 70. Doğumgünü töreni yapıldı.
1984 Aydınlar Dilekçesi girişiminde bulundu.
1985 Ekin A.Ş'nin kurulması girişiminde bulundu.
1985 İngitere'de PEN Kulüp onur üyeliğine seçildi.
1985 TÜYAP'ın düzenlediği 'Halkın Seçtiği Yılın Yazarı' ödülünü kazandı.
1989 'Demokrasi Kurultayı'nın toplanmasında etkin görev aldı. Oluşturulan 'Demokrasi izleme Komitesi'nin iki başkanından biri oldu.
1989 Sovyet Çocuk Fonu'nun ilk kez verilen 'Tolstoy Altın Madalyası'na değer görüldü.
1990 (19 Mart) Ankara'da Sanat Kurumu'nda 75.Yaşı kutlandı.
1991 - 1995 Yoğun etkinliklerle geçen yıllar.
1995 5 Temmuz Çeşme'deki imza günü sonrası, saat 01.05'te öldü.

Kaynak : Nesin Vakfı 
www.nesinvakfi.org



Aşık Veysel ŞATIROĞLU



1894 yılında Sivas'ın Şarkışla ilçesine bağlı Sivrialan köyünde doğdu, 21 Mart 1973 tarihinde aynı yerde öldü. Yoksul bir çiftçi ailesinin çocuğu olan Aşık Veysel, yedi yaşında geçirdiği çiçek hastalığı sonucu önce sol gözünü, daha sonra da, ancak ışığı seçebilecek kadar görebilen sağ gözünü de bir kaza nedeniyle yitirince, avunsun diye babası tarafından verilen sazla tanıştı. Baba dostları Molla Hüseyin ile yöre âşıklarından Çamşıhlı Ali Ağa'dan - Âşık Alâ- ders aldı. Köylerine gelen gezgin halk ozanlarını dinledi. Gezgin halk şairi geleneğine uyarak 1928 yılından başlayarak yöredeki köy, kasaba ve kentleri dolaşmaya başladı. 1931 yılında Sivas Lisesi edebiyat öğretmeni olan Ahmet Kutsi Tecer ve arkadaşları tarafından kurulan 'Halk Şairlerini Koruma Derneği'nin düzenlediği Halk Şairleri Bayramı'na  katılarak tanındı. Cumhuriyetin 10. Yıl kutlamalarında "Türkiye'nin ihyası Hazreti Gazi" dizesiyle başlayan şiiri okumak üzere, üç ayda yürüyerek Ankara'ya geldi. Köy Enstitüleri'nin kurulmasıyla birlikte, yine Ahmet Kutsi Tecer'in katkılarıyla, 1942-1944 yılları arasında, sırasıyla Arifiye, Hasanoğlan, Çifteler, Kastamonu, Yıldızeli ve Akpınar Köy Enstitüleri'nde saz öğretmenliği yaptı. 1965 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi, özel bir kanunla, vatani hizmet tertibinden 'Anadilimize ve Milli Birliğimize yaptığı hizmetler' nedeniyle, Aşık Veysel'e  maaş bağladı.

Enver Gökçe, Aşık Veysel için: "Halk şairlerimizin eserlerinde ortak özellikler olan saz-söz ayrılmazlığı klasik şark edebiyatının estetiğinde önemli bir yer tutan idealizm meyli ve bu meylin halk şiirinde işleyen mücerretlik vasfı Aşık Veysel'in sanatında da egemen unsurlardır. Kısaca Aşık Veysel, tabiatı duyuşu, duyarlılığı dini bir zümreye bağlı egemen bir karakteri olmamasına rağmen mistik tarafları, kainat, varlık, yaratılış anlayışı ile geleneğe bağlı bir saz şairidir." demiştir.



Behçet NECATİGİL
   

1916 yılında İstanbul'da doğdu, 1970'da İstanbul'da öldü. Yüksek Öğretmen Okulu Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü bitirdi. Liselerde ardından İstanbul Eğitim Enstitüsü'nde edebiyat öğretmenliği yaptı. 
    Orta sınıf insanların başından geçen olayları ev- aile-yakın çevre üçgeni içinde anlatan şiirleriyle tanındı. Şiire bağlılığını hiç dinmeyen bir coşkuyla yaşamının sonuna dek sürdürdü.

    Ölümünden sonra bütün kitapları Cem Yayınlarınca yeniden yayınlandı. Çok sayıda radyo oyunu, çevirileri bulunmaktadır. Ayrıca hazırlamış olduğu 'Edebiyatımızda isimler sözlüğü' isimli kitabı ölümünden sonra da sürdürülmekte olup kaynak bir başvuru kitabı olma özelliğini hala korumaktadır. Ölümünden sonra adına konulan şiir ödülü, günümüzde en önemli şiir ödüllerinden biri sayılmaktadır.
Şiire başladığı dönem, Garip akımının etkin olduğu bir dönemdir. Yine toplumcu gerçekçi şiir olarak adlandırılan akımın da etkin olduğu bu dönemde söyleyiş özelliği olarak bağımsız kaldığı ve kendi söyleyişini yakaladığı kabul edilmektedir. Şiir üzerine yazmış olduğu yazıları ölümünden sonra 'Bile yazdı' ismiyle kitaplaştırılmıştır.



Cahit IRGAT
1916 yılında Lüleburgaz (Kırklareli)'da doğdu,. 5 Haziran 1971 tarihinde İstanbul'da öldü. Edirne Öğretmen Okulu ve Ankara Devlet Konservatuvarı'ndaki öğrenimlerini tamamlamadan bıraktı. Bir süre Paris'te yaşadı. Sinema ve tiyatrolarda başrol ve karakter rolleri oynadı. Kendi kurduğu tiyatroları yönetti.


Başlangıçta Cahit Saffet imzasını kullandı. 1935-1940 arasında hece ölçüsüyle romantik  şiirler yazdı. Garip akımına yakın duran 1940 kuşağının toplumcu şairlerindendi.



Cahit KÜLEBİ

1917 yılında Tokat'ta doğdu, 20 Haziran 1997 tarihinde Ankara'da öldü. İstanbul Yüksek Öğretmen Okulu Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nü bitirdi. Liselerde ve konservatuarda edebiyat öğretmenliği yaptı. Milli Eğitim müfettişliği; İsviçre'de kültür ataşeliği ve öğrenci müfettişliği yaptı. 1976-1983 yılları arasında Türk Dil Kurumu genel yazmanıydı.

1940 sonrasındaki şiirimizin yenileşmesi hareketinde kendine özgü bir yeri vardır; rahat anlatımı, içtenlik ve duyarlılığıyla ilgi çeken titiz bir şiir işçisidir.Kolay kavranan, geniş topluluklarca sevilen bir tarz gerçekleştirmiştir. Çocukluğunun, ilk gençliğinin geçtiği yörelerden izlenimler yansıtarak insan, yurt ve  doğa sevgisini dile getirmiş, halkın yaşam güçlüklerine tanıklık etmiş; halk şiirinden, türkülerden de  yararlanarak çağdaş bir şiir oluşturmuştur.




Cahit Sıtkı TARANCI

4 Ekim 1910 tarihinde Diyarbakır'da Camiikebir mahallesinde doğdu, 12 Ekim 1956 tarihinde Viyana (Avusturya)'da öldü. Asıl adı "Hüseyin Cahit" tir. İlkokulu Diyarbakır'da okudu. İstanbul'a Saint Joseph Lisesi'nde başladığı ortaöğrenimini  Galatasaray Lisesi'nde tamamladı (1931). Sonra İstanbul'da Mülkiye Mektebi'nde (1931-1935)  ve  Yüksek Ticaret Okulu'nda okudu. Yüksek öğrenimini tamamlamak için Paris'te Sciences Politiques'te sürdürdü  (1938-1940). Öğrenimi sırasında Paris Radyosu'nda Türkçe yayınlar spikerliği yaptı. Savaş sırasında kentin işgal edilmesi üzerine yurda döndü. 1944 yılından başlayarak Ankara'da Anadolu Ajansı, Toprak Mahsulleri Ofisi ve Çalışma Bakanlığı'nda çevirmen olarak çalıştı. 1954 yılında felç geçirdi, sağıtımı için götürüldüğü Viyana'da yaşamı son buldu. Mezarı Ankara'dadır.

Hece ölçüsünün olanaklarını genişletti; içtenlik, yalınlık ve akıcı bir söyleyişin egemen olduğu; aşk, doğa sevgisi, geçmiş, ölüm,  özlem, yalnızlık, yaşama sevinci gibi izleklerin işlendiği şiirlerinde şairanelikten ve şiirsellikten vazgeçmedi. Fransız şairlerinden, özellikle Baudelaire ve Verlaine'den etkilenmiştir.



Can YÜCEL
1926 İstanbul doğumlu. Eski milli eğitim bakanlarından Hasan Âli Yücel'in oğludur. Ankara Üniversitesi Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi'nde Latince-Yunanca okudu. Öğrenimine İngiltere'de Cambridge Üniversitesi'nde klasik filoloji okuyarak devam etti. Sanat tarihi dersleri izledi. Şair, çevirmen ve radyo görevlisi olarak tanındı. Çeşitli elçiliklerde çevirmenlik, Londra'da BBC'nin Türkçe bölümünde spikerlik yaptı (1953-1958). Türkiye'ye döndükten sonra bir süre turist rehberi olarak çalıştıktan sonra bağımsız çevirmen ve şair olarak yaşamını sürdürdü. Nazım, nesir çevirileriyle de tanınan Can YÜCEL, şiir alanında ilk kitabı YAZMA (1950) dan sonra uzun bir süre biçim arayışlarıyla oyalandı.
Çeşitli edebiyat, kültür ve siyasi dergilerde ;   şiirleri, edebiyat ve tiyatro çevirileri ile siyasal konularda yazıları yayımlandı. 12 Mart döneminde Che Guevara 'nın "Gerilla Harbi" ve "İnsan ve Sosyalizm" kitaplarının çevirisi nedeniyle 15 yıl hapis cezasına çarptırıldı. 1974 affıyla tahliye oldu. 12 Eylül sonrasında "Somut" dergisindeki "Hamileler" isimli şiiri edebe aykırı, müstehcen olduğu iddiasıyla para cezasına çarptırıldı. Aynı iddiayla "Rengâhenk" adlı kitabı toplatıldı.
Şairliğini, şiirin külhanca raconlarından yararlanarak siyasal inançlarıyla yoğurdu.

12 Ağustos 1999 tarihinde İzmir'de öldü, vasiyetine uyularak Datça'da toprağa verildi.


Edgar Allan POE

ABD'li şair ve öykücü Edgar Allan Poe 19 Ocak 1809'da Boston'da doğdu, 7 Ekim 1849'da Baltimore'da öldü. Gezici tiyatro oyuncusu bir ana babanın oğluydu. Babasıyla annesi, o çok küçükken arka arkaya ölünce, Richmond'lu zengin bir tütün tüccarı olan John Allan onu evlat edindi ve Edgar Allan adını verdi. Poe 1815-1820 arasında İngiltere'de ardından Richmond'da öğrenim gördü. 1826'da Virginia Üniversitesi'ne girdiyse de kumar borçları yüzünden bir yıl sonra okuldan atıldı. Onun edebiyata olan tutkusunu onaylamayan John Allan para yardımını kesince yaşamını kazanmanın yollarını aramaya başladı. 1827'de orduya yazıldı, 1830'da West Point'teki askeri akademiye girdi, ancak disiplinsizlik yüzünden 1831'de atıldı. Bu arada birkaç şiiri yayımlanmış ama ilgi görmemişti.1835-1836 arasında Southern Literary Messenger dergisinin yayın yönetmenliğini yaptı. 1836'da teyzesinin ondört yaşındaki Virginia Clemm adlı kızıyla evlendi. 1839'da Philadelphia'ya giderek Burton's Gentleman's Magazine'de yöneticilik yaptı. Başarılı bir yayımcı oldu ancak sürdüremedi. 1844'te New York'ta çeşitli gazete ve dergilerde çalıştı. Bu arada, sorunlarla dolu yaşamının yarattığı bunalımlar yüzünden kendini içkiye vermişti. Karısının 1847'de veremden ölmesinden sonra düzensiz, sefih bir yaşantıya kapıldı. 1849'da Baltimore'da bilinçsiz bir şekilde sokakta bulunup hastaneye kaldırıldı, birkaç gün sonra da öldü. "Ne kadar içler acısı bir trajedidir Edgar Allan Poe'nun yaşamı!" diye haykırıyor Charles Baudelaire ve sürdürüyor: "Onun ölümü, başarısızlığı yüzünden ürkütücülüğü artmış korkunç bir sondur! -Okuduğum belgelerin tümünün bende uyandırdığı ortak kanı, Amerika Birleşik Devletleri'nin Poe için geniş bir hapishaneden başka bir şey olmadığı yolundaydı. Bana sorarsanız Poe, havagazıyla aydınlatılmış bu büyük barbarlıkta değil, daha temiz kokan bir dünyada nefes alabilmek için yaratılan varlığının ateşli çırpınışları içinde arşınlıyordu hapishanesini. Bu sevimsiz çevrenin etkisinden kurtulabilmek için gösterdiği sürekli çaba, onun bir şair ve hatta ayyaş olarak iç dünyasını, ruhsal yapısını belirleyen tek etkendi."




1873 yılında İstanbul'da doğdu, 27 Aralık 1936 yılında aynı kentte öldü. Babası, Fatih Camii medrese hocalarından Arnavut  İpek'li Tahir Efendi'dir. Ortaöğrenimini Fatih MerkezRüşdiyesi'nde ve Mekteb-i Mülkiye İdadisi'nde gördü, bir yandan da Fatih Camisi'ndeki derslere giderek Arapça ve Farsça öğrendi. Ortaöğrenimini bitirdiği yıl, yeni açılan Halkalı  Ziraat ve Baytar Mektebi'ne girdi, dört yıl süren  öğrenimi sonunda baytarlık (veterinerlik) bölümünü birincilikle bitirdi (1893). Ziraat Bakanlığı'na memur olarak girdi, dört yıl kadar Rumeli, Anadolu, Arnavutluk ve Arabistan'da görev yaptı. Bir süre sonra, ek görev olarak, Halkalı Ziraat ve Baytar Mektebi'nde kitabet dersleri (1906) verdi. 1908'den sonra, arkadaşı Eşref Edip ile birlikte Sırat-ı Müstakim (1908) ve daha sonra Sebil'ür-Reşad (1912) dergilerini çıkardı; bu yıllarda, resmi görevi olan Umur-i Baytariye Müdür Muavinliğinde çalışırken Darülfünun Edebiyat-ı Umumiye müderrisliğine atandı (1908). Balkan Savaşı'ndan sonra Umur-i Baytariye şubesindeki görevinden (1913), ardından Darülfünun'daki (1914) görevinden ayrıldı. Meşrutiyet'in ilk döneminde, Ziya Gökalp'in öncülüğüyle başlayan "Türkçülük" akımına karşı, Mısırlı bilgin Muhammed Abduh'un (1849-1905) etkisiyle, "İslâm birliği" görüşünü benimsedi.  Sırat-ı Müstakim  ve  Sebil'ür-Reşad'da yayımladığı makaleler, şiirler, çeviriler ve Fatih, Şehzadebaşı, Süleymaniye, Beyazıt camilerinde verdiği vaazlarla (1912) bu ülküyü yaymaya çalıştı. Birinci Dünya Savaşı içinde İtilaf Devletleri'ne karşı Ortadoğu'da bir İslâm Birliği kurma siyaseti güden Almanya'nın çağrısı üzerine, Harbiye Nezareti'ne bağlı "Teşkilat-ı Mahsusa" tarafından Berlin'e gönderildi (1914), burada Almanlar'ın eline esir düşmüş Müslümanlar için kurulan kamplarda incelemelerde bulundu. Dönüşünde yine birkaç ay kadar da Arabistan'a yollandı, savaş yılları içinde "Bâb ül Meşihat"e bağlı olarak kurulan "Dâr ül-Hikmet il-İslâmiyebaşkatipliğine atandı (1918). Kurtuluş Savaşı sırasında Kuvayı Milliye'denyana davranış ve yazılarından dolayı, Dâr ül-Hikmet il-İslâmiye'deki görevinden atıldı (1920). Anadolu'ya geçerek Birinci Büyük Millet Meclisi'nde Burdur Milletvekili olarak görev yaptı (1920-1923); Konya ayaklanmasını önlemek, halka öğüt vermek için Konya'ya gönderildi. Oradan Kastamonu'ya geçti, Nasrullah Camisi'nde Sevr Antlaşması'nın iç yüzünü, Kurtuluş Savaşı'nın niteliğini anlatan coşkulu bir vaaz verdi, bu vaaz Diyarbakır'da basılarak (1921) bütün vilayetlere ve cephelere dağıtıldı. Yaşamının bu döneminde "İstiklâl Marşı"nı yazdı (1921).  Kurtuluş Savaşı kazanıldıktan sonra İstanbul'a döndü; çağdaş ve uygar yeni Türkiye'nin kurulması için zorunlu görülen siyasal ve toplumsal devinim ve devrimleri, kendi inanç ve ülküsüne aykırı gördüğü için Türkiye'den ayrıldı. Mısır'a gitti, Hilvan'a yerleşti, Kahire'deki Câmi-ül Mısriyye" adlı  üniversitede Türk Dili ve Edebiyatı müderrisliğine bulundu (1925-1936), bu gönüllü sürgün döneminde siroz hastalığına tutuldu; sağaltım için döndüğü İstanbul'da öldü.  

Türk edebiyatında "toplum için sanat" akımının başlıca temsilcilerinden biridir. Halka seslenen, yalın, halkın söyleyiş özelliklerini koruyan, konusu günlük ya da siyasal olaylardan alınmış, gerçekçi ve gözleme dayalı, aruz ölçüsü ile lirik-epik, lirik-didaktik şiirler yazdı.  


ORHAN SEYFİ ORHON 


      23 Ekim 1890 tarihinde İstanbul'da doğdu, 22 Ağustos 1972 tarihinde İstanbul'da öldü. Hukuk Fakültesi'ni bitirdi. Gazetecilik, memurluk,  öğretmenlik yaptı.     Akbaba, Ayda Bir,  Çınaraltı, Edebiyat Gazetesi,  Güneş, Hıyaban, Papağan  gibi edebiyat ve gülmece dergilerini çıkardı. 
     Başlangıçta aruz ölçüsüyle  şiirler yazdı, sonra aruz ölçüsüyle serbest söyleyişe yakın ve  yatkın duygusal şiirler sundu.   "Beş Hececiler" içinde yer alarak   hece ölçüsüyle halk edebiyatı çizgisindeki yalın ürünleriyle tanındı.




ORHAN VELİ KANIK


        Orhan Veli Kanık, 13 Nisan 1914 tarihinde  İstanbul'da doğdu. Galatasaray'da başladığı öğrenimini, babasının atandığı Ankara'da Gazi İlkokulu ve Ankara Erkek Lisesi'nde sürdürdü. Lise sıralarında Oktay Rifat ve Melih Cevdet'le  arkadaş oldu. Liseyi bitirince İstanbul'a dönerek, Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü'ne girdi (1932), ancak yüksek öğrenimini yarım bıraktı (1935). 1936'da Ankara'ya döndü ve askere gidinceye dek PTT Genel Müdürlüğü Telgraf İşleri Reisliği Milletlerarası Nizamlar Bürosunda memurluk yaptı. Yedek subaylığını tamamlayınca, iki yıl kadar, yine Ankara'da, Milli Eğitim Bakanlığı Tercüme Bürosu'nda çalıştı. 1947'de, Hasan Âli Yücel'in yerine Reşat Şemsettin Sirer'in bakan olarak atanması üzerine, Milli Eğitim Bakanlığında "antidemokratik bir hava" esmeye başladığını söyleyerek, görevinden istifa etti. 1 Ocak 1949-15 Haziran 1950 tarihleri arasında yirmi sekiz sayı süren, on beş günde bir yayımlanan, iki sayfalık ' Yaprak'  dergisini çıkardı. Yaprak dergisi serüvenini sürdüremeyeceğini anlayınca Ankara'dan ayrılıp İstanbul'a gitti. Gene o yılın kasım ayı içinde, bir haftalığına geldiği Ankara'da, 10 Kasım 1950 gecesinde, yolda, onarım için kazılmış bir çukura düşerek ayağından yaralandı. İstanbul'a döndükten sonra, bir arkadaşının evindeyken, durumu birdenbire kötüleştiği için kaldırıldığı Cerrahpaşa Hastanesi'nde, 14 Kasım 1950 tarihinde beyin kanamasından öldü, Rumelihisarı Mezarlığı'na gömüldü.

        Garip ya da Birinci Yeni denilen akımın öncüsü, kuramcısı. Yirmi sekiz sayı süren Yaprak serüveni öncesinde, Ankara Erkek Lisesi'nde okul kooperatifin parasıyla Oktay Rifat veMelih Cevdet ile birlikte Sesimiz dergisini çıkarmışlardır. Biçemini belli eden ilk şiirlerini, yine, arkadaşları Oktay Rifat ve Melih Cevdet ile birlikte Varlık dergisinde yayımladı ve müthiş bir ilgi gördü. Şiir ve yazıları, Varlık dergisinden başka İnsan, Ses, Gençlik, Küllük, İnkılapçı Gençlik, Ülkü, Demet, İşte, Aile gibi dergilerde yayımlanmıştır. İkinci Dünya Savaşına katılmayan ve katılmış kadar etkilenen Türkiye'de, Türk şiirini bir takım kalıp ve klişelerden, şairanelikten, yıpranmış benzetmelerden kurtardı, kısa ve basit ama vurucu bir söylem -eda-  geliştirdi. Şiirin bilinen ve kabul gören sınır taşlarını yerinden oynattı. Yalın bir halk dili kullandı, yergi ve gülmeceden yararlanarak, sıradan yaşantıların şiirinin de yazılabileceğini gösterdi.



Rıfat ILGAZ

Rıfat ILGAZ 1940'ların toplumcu-gerçekçi şairlerinin başta gelenlerindendir.
1911 yılında Cide'de doğdu. Şiir yazmaya ortaokul öğrencilik yıllarında başladı. İlk şiiri 27.07.1927'de, günlük Nazikter gazetesinde yayınlandı. Ayrıca; Açıkgöz(Kastamonu), Güzel İnebolu ve Güzel Tosya gazetelerinde şiirleri ve yazıları yayınlanmaya başladı. Lise yıllarında babasının ölümü nedeniyle buradan ayrıldı. Yatılı olarak Kastamonu Muallim Mektebi'nde öğrenim gördü. 1930 yılında mezun oldu. Altı yıl süreyle Gerede, Akçakoca, Hendek ile Düzce arasında Gümüşova'da ilkokul öğretmenliği yaptı. Ankara Gazi Eğitim Enstitüsünü 1938 'de bitirdi ve Adapazarı Ortaokulu Türkçe Öğretmenliğine atandı.
1939'da İstanbul Karagümrük Ortaokulu'nda Türkçe Öğretmenliğine başlayan Ilgaz'ın, yazı ve şiirleri büyük dergilerde yayınlanmaya başladı. 1940 'da Çığır, Oluş, Ulus, Güneş, Yücel, Varlık, Hamle ve Yeni İnsanlık dergilerinde şiirleri çıktı ve aynı yıl Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü'ne girdi. Hasan TANRIKURT, Sabahattin KUDRET AKSAL, Salah BİRSEL'le tanıştı.
Ömer FARUK TOPRAK ile 9 Eylül 1942'de Yürüyüş Dergisi'ni çıkardılar. Bu dergide Orhan KEMAL, Sait FAİK, Cahit IRGAT, A.Kadir, Nâzım HİKMET (İbrahim SABRİ) ile birlikte çalıştılar.
1943'te ilk kitabı "Yarenlik"i yayınladı. Şiirleri olağanüstü bir ilgi gördü. Ocak 1944'de "Sınıf"adlı şiir kitabı çıktı. Sıkıyönetim kararı ile toplatıldı. Pertev Naili Boratav "Sınıf" için : "Yeni Türk şiirine inanmayanlara, Rıfat ILGAZ'ın kitabını okuyup anlamalarını dilemekten başka yapılacak birşey yoktur" diye yazdı.
1945'te Gün Dergisi çıktı. Ilgaz bu dergide sekreterdi. Bu dergide yazıları yayınlandı. Aziz NESİN'in Cumartesi Dergisine ortak oldu. Seçici kurulda çalıştı.1946'da Esat ADİL, Sabahattin ALİ ve Aziz NESİN ile birlikte Gerçek Gazetesini çıkardılar. 1946 Ekim ayında Yığın Dergisini'ni Esat Adil MÜSTEÇAPLIOĞLU ve Adil YAĞCI ile birlikte çıkardılar.
Öğretmenliğe yeniden döndükten sonra Boğazlayan-Yozgat'a tayini çıktı. Hastalığı nedeniyle Validebağ Sanatoryumunda yattı.

Şubat 1947'de Sabahattin ALİ, Aziz NESİN ve Mim UYKUSUZ'un çıkardığı Marko Paşa kadrosuna girdi. İmzasız yazılar yazdı. Sık sık kapatılan bu derginin daha sonraları sorumlu müdürlüğünü üstlendi. Malum Paşa, Merhum Paşa, Hür Marko Paşa gibi dergilerin adı sık sık değişiyordu.
1950'li yıllarda Ilgaz, gazetecilik yapmaya başladı. Sakıncalı olduğundan gazeteler ve dergiler imzalarına pek yer vermediler. 1952-1960'da Tan Gazetesi'nde dizgici-düzeltmen ve röportaj yazarı olarak çalıştı.
Turhan SELÇUK ve İlhan SELÇUK'un çıkardığı Dolmuş Dergisi'ne "Stepne" takma adıyla yazılar yazdı. Hababam Sınıfı, Pijamalar(Bizim Koğuş), Don Kişot İstanbul'da bu dergide dizi olarak yayınlandı. Hababam Sınıfı'nı da isminin sakıncalı olması nedeniyle "Stepne"(Yedek Lastik) takma adıyla yazdı.
Ocak 1953'te "Devam" adlı şiir kitabını çıkardı ve bu kitap da toplatıldı.
1958 de Semih Balcıoğlu'nun çıkardığı "Taş" dergisinde Rıfat Ilgaz (!) imzasıyla yazılar yazdı.
1959 "Büyük Gazete" adında çıkan yeni bir dergiye yönetici oldu. Aynı yıl arkadaşı Suavi ile birlikte "Gar Yayınları"nı kurdu.
1961 Anayasası yürürlüğe girdikten sonra kendi adıyla yazı ve şiir yayınlama özgürlüğüne kavuşan Rıfat Ilgaz, Demokrat İzmir, Akbaba, Vatan, Yeni Gün, Yeni Ulus gibi yayın organlarında ve kimi edebiyat dergilerinde yazı yazabildi. Sınıf Yayınları'nı kurdu ve kendi kitaplarını yayınlayabildi. 1970'te Basın Şeref Kartı'nı aldı.
1974'te emekli oldu. Doğum yeri olan Cide'ye (Kastomonu) yerleşti. 12 Eylül 1980 döneminde gözaltına alındı. 70 yaşında gerekçesiz sorguya çekildi ve 1 aydan fazla gözaltında kaldı. Tutukluluğu sona erince İstanbul'da, oğlu Aydın ILGAZ ile birlikte ölümüne kadar yaşamaya başladı. Bu olaylar "Kırk Yıl Önce Kırk Yıl Sonra" adlı kitabında anlatılır. Birlikte Çınar Yayınları'nı kurdular.
1982 yılında Yıldız Karayel romanıyla "Orhan Kemal Roman Armağanı"nı ve "Madaralı Roman Ödülü"nü" aldı.  6 Aralık 1982 de İstanbul Şan Müzikholü'nde "55. Sanat ve70. Yaş Günü" çok sayıda sanatçı ve sevenlerinin katıdığı görkemli bir törenle kutlandı.
1987 de Ocak Katırı Alagöz kitabıyla" Ömer Faruk Toprak Şiir Ödülü'nü aldı.

Onu hepimiz Hababam Sınıfı'nın yazarı olarak bildik. Altmış kitabı olmasına karşın onun şairliğini, romancılığını ve öykü yazarlığını unutmamamız gerekir. Kitaplarında; çağdaş, ileri görüşlü, ulusumuzdan yana birlikteliği önerir.

1993 yılında Tüyap Onur Yazarı ödülününe layık görüldü. Ne yazık ödülünü alamadan öldü.

Yıllarca bizden kendisini uzaklaştırmaya çalışan yönetimlerden sonra, demokrasi yolunda ülkemizdeki gelişmeler Rıfat ILGAZ adını yeniden yücelttiyse de, Sivas Olaylarının acısına dayanamayan duyarlılığı 7 Temmuz 1993 günü aramızdan ayrılmasına neden oldu.


SON ŞİİRİM
Elim birine değsin,
Isıtayım üşüdüyse
Boşagitmesin son sıcaklığım!








26 Aralık 1867 tarihinde İstanbul'da Aksaray'da doğdu. Asıl adı Mehmed Tevfik'dir. Toplumsal içerikli şiirleriyle ilerici düşüncelerin simgesi haline gelmiş, Türkiye'de Batılı sanat anlayışının yerleşmesinde büyük rol oynamıştır.  Oniki yaşında öksüz kalan Fikret, Mahmudiye Rüştiyesi'nde okudu. 1888'de Mekteb-i Sultani'yi (sonradan Galatasaray Lisesi) birincilikle bitirdi. Birincilikle bitirdiği bu okula daha sonra Türkçe öğretmeni (1892)ve müdür olarak hizmet verdi. 1891 yılında Mirsad dergisinin açtığı şiir yarışmasında birincilik kazanınca, edebiyat çevrelerinde adını duyurdu.  Edebiyat-ı Cedide'nin en önemli temsilcisi olan şair, 1894'te Malumat dergisini çıkaranlar arasında yer aldı. 1895'te hükümetin memur maaşlarından kesinti yapmasına tepki olarak Mekteb-i Sultani'deki görevinden ayrıldı. 1896'da Servet-I Fünun dergisinin yazı işleri müdürlüğüne getirildi; dergi onun yönetiminde Edebiyat-I Cedide akımının yayın organı durumuna getirildi. Aynı yıl Türkçe öğretmeni olarak Robert Kolej'e giren Tevfik Fikret o dönemde aydınlar üzerindeki yoğun baskılar sırasında birkaç kez gözaltına alındı, evi arandı. Bir süre sonra dergideki görevinden ayrıldı. 1906'da Robert Kolej'in hemen yakınında bir ev yaptırarak Aşiyan(*) adını verdi, eşi ve oğlu Haluk'la birlikte buraya yerleşti. 1908'te II. Meşrutiyet'in ateşli savunucularından biri oldu. Meşrutiyet'ten sonra Hüseyin Kazım Kadri ve Hüseyin Cahit (Yalçın) ile birlikte Tanin gazetesini kurdu. Gazete İttihat ve Terakki'nin yayın organı durumuna getirilmek istenince buna karşı çıktı ve Tanin'den ayrıldı. Daha sonra Mekteb-i Sultani müdürlüğüne getirildi. O günlerde çıkan 31 Mart Olayı'nı protesto etmek amacıyla bu görevinden de ayrıldı; ama öğrencilerinin ve Maarif Nazırı Nail Bey'in ısrarlarıyla geri döndü. Sekiz ay sonra yeni Maarif Nazırı Emrullah Efendi ile anlaşamayarak görevinden bir daha dönmemek üzere ayrıldı. İttihat ve Terakki iktidarına karşı çıkarak Aşiyan'a çekildi. Ağır bir şeker hastalığına tutulmuştu. Kolundan olduğu bir ameliyattan sonra öldü.  Küçük yaşlarda yazmaya başladığı ilk şiirlerinde iç dünyasından gelen sesleri yansıtmaya çalışan Tevfik Fikret, Muallim Naci ve Recaizade Mahmut Ekrem'in şiir anlayışları arasında uzun bir arayış dönemi geçirmiştir. Daha sonra Fransız şiiriyle tanınmış ve özellikle Françoıs Coppe'den etkilenerek kendi şiiri aramaya başlamıştır. Fikret'in Fransız edebiyatındaki "şiirsel yazı" türünün etkisiyle dize sonlarını değişik eylem kipleriyle ya da eylemsiz bağladığı şiirleri, beyit bütünlüğünü kırıp dizeyi özgür bırakması aruz ölçüsünün katı kalplarını genişletmiştir. Fikret aşırı titiz tutumu ve en küçük ayrıntılar üzerinde durmasıyla kendine özgü bir üslup yaratmış ve çağına damgasını vurmuştur. Biçimsel kaygıları hiçbir zaman bırakmamış, sürekli yenilik aramıştır. Rübab-I Şikeste'de (1900,1984), toplumsal konulara ağırlık veren şiirlerinin yanı sıra günlük konuşma diline yakın şiirlerinde vardır. Betimlemelerindeki ayrıntı ustalığı ressam kişiliğiyle de ilgili olan Fikret'in doğa şiirlerinde, doğayla neredeyse örtüşmeye varan bir uyum görülür. Oğlu Haluk'un, onun şiirlerinde büyük etkisi olmuştur. İkici şiiri Haluk'un Defteri'ndeki (1911, 1984) şiirler en iyimser ve umutlu şiirlerdir. Bu şiirlerinde Fikret oğluna ve Osmanlı gençliğine çalışkanlık, yurt sevgisi, hak ve hukuktan yana olma gibi erdemleri öğütlemiştir. Rübabın Cevabı'ndaki (1911, 1945) "Sis" şiirinde acı, zorbalık, baskı ve haksızlıkları anlatmış, "Tarih-I Kadime Zeyl" şiirinde de Mehmet Akif'in (Ersoy) suçlamalarına karşılık vermiş, din ve doğa konusundaki görüşlerini ortaya koymuş, kendisinin de doğanın bir izleyicisi olduğunu söylemiştir. Şermin ise (1914, 1983) Fikret'in, yalın bir dil ve kısa dizelerden kurulu dolaysız bir anlatımın egemen olduğu şiirlerinden oluşur. Fikret 30 yaşlarındayken çevresindeki olumsuzluklardan etkilenmeye başlamış ve sorunlarına karşılık aradıkça, dünya görüşü yaşadığı dönemin kültür koşullarını aşmıştır. Özgürlük ve eşitlik anlayışı ezilen insanların çıkarları doğrultusunda toplumsal bir öz kazanmıştır. Sınıfsal çıkarlara dayalı yönetim biçimini eleştirmiş, belli egemen sınıfların koyduğu yasalara ve yönettiği devlete karşı çıkmıştır. Ekonomik hak ve özgürlüklerden yoksun bırakılan kitleleri kağıt üstündeki siyasal özgürlüklerinin bir anlamı olmadığını göstermiştir. Özel yaşamında da katı bir ahlak anlayışını sürdürmüş, kusursuz bir aile babası olmuş çevresindeki kaypaklık ve çıkarcılıkları hoş görmemiş, bu nedenle de pek az insanla dostluk kurabilmiştir. Fikret'in düşüncesinde en önemli yan insana verdiği önemdir. Ona göre bütün sorunların üstesinden gelecek, mutlu yarınları hazırlayacak olan insandır. İnsanın üstünlüğünü sağlayan duyarlığı ve sezgi gücü değil, düşünme gücü ve aklıdır. Öbür yapıtları arasında Tarih-i Kadim (1905), Son Şiirler (1952; yay. Haz. Cevdet Kudret) sayılabilir. 


Tevfik Fikret Üzerine Kitaplar Akyüz Kenan, Tevfik Fikret, 1947 Ayni, Mehmet Ali, Reybilik, Bedbinlik, Lailahilik Nedir? 1927 Aydın, Cazibe, Tevfik Fikret, Konfüçyüs, Rubens, 1961 Bayrak, Mehmet, Tevfik Fikret, 1973 Bezirci Asım, Bütün şiirleri, 3 cilt, 1984 Bilgegil, M. Kaya, Tevfik Fikret'in İlk Şiirleri, 1970 Bölükbaşı, Rıza Tevfik, Tevfik Fikret, 1945 Çamlıbel, Faruk Nafiz, Tevfik Fikret, Hayatı ve Eserleri, 1937 Ertaylan, İsmail Hikmet, Tevfik Fikret, 1935 Ertaylan, İsmail Hikmet, Tevfik Fikret, Hayatı, Şahsiyeti ve Eserleri, 1963 Ertaylan, İsmail Hikmet, Tevfik Fikret Malümam'ta, 1965 Ertaylan, İsmail Hikmet, Tevfik Fikret Mirsad'da, 1965 Eşref Edip, İnkılap Karşısında Akif-Fikret, 1940 Eşref Edip, Tevfik Fikret'i Beş Cepheden Kırk Muharririn Tenkidi, 1943 Fuad Köprülü, Tevfik Fikret ve Ahlakı, 1918 Gölpınarlı, Abdülbaki, Tevfik Fikret ve Şiirimiz, 1941 İbrahim Alaeddin, Tevfik Fikret, 1927 Kaplan, Mehmet, Tevfik Fikret ve Şiiri, 1946 Kaplan, Mehmet, Tevfik Fikret, Devir-Şahsiyet-Eser, 1971 Karaca, Mehmet Selim, Akif'e Ve Fikret'e Dair, 1971 Memet Fuat (Bengü), Tevfik Fikret, 1979 Kemalettin Şükrü, Tevfik Fikret, Hayatı ve Şiirleri, 1931 Kiper, Kadri Ziya, Fikret'in Hayatı, 1947 Kudret, Cevdet, Tevfik Fikret-Son Şiirler, 1952-1968 Nayır, Yaşar Nabi, Tevfik Fikret, 1952 Nigar, Salih Keramet, Fikret'in Hayatı ve Eseri, İlhamı, 1926 Nigar, Salih Keramet, İnkılap Şairi Tevfik Fikret'in İzleri, 1943 Ozan, Kunt, Tevfik Fikret, 1937 Öngay, Mehmet, Tevfik Fikret, 1968 Özkırımlı, Atilla, Tevfik Fikret, 1978 Sertel Sabiha Zekeriya, Tevfik Fikret-Mehmet Akif Kavgası, 1940 Sertel, Sabiha Zekeriya, Sebilürreşatçıya Cevap, 1940 Sertel, Sabiha Zekeriya, Tevfik Fikret, İdeolojisi ve Felsefesi, 1946 Sertel, Sabiha Zekeriya, İlericilik Gericilik Kavgasında Tevfik Fikret, 1969 Tanpınar, Ahmet Hamdi, Tevfik Fikret, 1937 Sümbüllük, Esat S., Tevfik Fikret'in İman İhtiyacı Şiirinin Şerhi, 1946 Sümbüllük, Esat S., Tevfik Fikret'in Tarihi Kadim Unvanlı Manzumesinin Şerhi, 1947 Tanyu. Hikmet, Tevfik Fikret ve Din, 1970 F. R. Tuncor - S. Arıkan, Dante, Mimar Sinan, Sokrat, Tevfik Fikret, 1952 Unesko (Türkiye Milli Komisyonu), Tevfik Fikret, 1967 Uraz, Murat, Tevfik Fikret, Hayatı, Edebi Şahsiyeti ve Şiirleri, 1945 Uraz, Murat, Tevfik Fikret ve Kitaplarında Çıkmayan Şiirleri, 1959 Ülken, Hilmi Ziya, Tevfik Fikret, 1941 Ruşen Eşref, Tevfik Fikret, Hayatına Dair Hatıralar, 1919 Yücebaş, Hilmi, Bütün Cepheleriyle Tevfik Fikret, 1959
Türk  şair. Anadolu'da tasavvuf akımının ve Türkçe şiirin öncüsü. İnsanlık sevgisine dayanan bir görüş geliştirmiştir. Yaşamı konusunda yeterli bilgi olmadığı gibi onunla ilgili kaynaklarda anlatılanlar da birbirini tutmamakta, nerede, hangi yılda doğduğu kesinlikle bilinmemektedir. Kimi kaynaklarda Anadolu'ya Doğu'dan gelen Türk oymaklarından birine bağlı olup, 1238 dolaylarında doğduğu söylenirse de kesin değildir.  1320 dolaylarında Eskişehir'de öldüğü söylenir.  Anadolu'nun pek çok yöresinde 'Yunus Emre'  adını  taşıyan ve  onunla ilgili görüldüğünden 'makam' adı verilen yerler vardır. Bir belgeye göre 1240-1320 yıllarında yaşamıştır. Porsuk suyunun Sakarya'ya karıştığı yerdeki Sarıköy'den yetişmiş ve orada ölmüştür (günümüzde kabul edilen anıtmezarı buradadır). Öte yandan Karaman'da doğup yaşadığı, gene orada öldüğü de ileri sürülmektedir. Bu görüştekilerin dayandığı belgelere göre, Horasan'dan Karaman'a göç etmiş bir şeyh ailesindendir. Babasının adı İsmail'dir. Hakkındaki menkıbelere göre öğrenim görmemiştir; okuma yazma da bilmemektedir. Oysa şiirlerinden, medresede yetiştiği, geleneksel İslam bilimlerinin yanı sıra Arapça ve Farsça öğrendiği, ayrıca İran ve Yunan mitolojisi ile tasavvuf tarihini incelediği anlaşılmaktadır.  Bektaşi Velayetname' sine göre gençliğinde çiftçilikle uğraşmış, sonradan Taptuk Emre adlı şeyhin müridi olmuş, Taptuk Emre'nin tekkesinde uzun yıllar hizmet ettikten sonra dervişlik geleneğine uyarak gurbete çıkmış, insanlığı tarikat yoluna çağıran şiirleri geniş bir çevreye yayılmıştır. İlahileri, yirminci yüzyıl başına kadar tekkelerde okunmuştur, onun yolunu izleyen (Sait Emre, Âşık Paşa, Kaygusuz Abdal, Hacı Bayram, Eşrefoğlu Rumi, Hatayi, Niyazi-i Mısri vb.) hatta onun mahlasını kullanan (Miskin Yunus, Derviş Yunus, Âşık Yunus, Yunus Dede, vb) şairler yetişmiştir.  F. Köprülü' nün Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar (1918) yapıtında onun yaşamı ve şiirlerini konu edinmesinden sonra aydınlar, edebiyat çevreleri, geniş bir okur topluluğu onunla büyük ölçüde ilgilendi. Edebiyat tarihçileri, hakkında pek çok inceleme yayımlamışlardır. Yunus Emre'nin Makamları:  1.  Bursa Emirsultan'a giden yol üzerinde Şibli mevkiinde eski sa'di tekkesinin yanındaki mezar;   2.  Afyonkarahisar Sandıklı ilçesi Çayköy'ündeki mezar;   3.  Erzurum'a bağlı Müşkivant ya da Tuzcu köyünde Yunus Emre ve Tapdık Emre adında iki türbe-mezar;  4.  Ünye;  5.  Eskişehir-Afyonkarahisar demiryolu üzerinde Döğer köyünde Emre Sultan mezarı;   6.  İzmir'in Tire ilçesinde Yunus Emre Camii (Vakf-ı Camii Şerif-i Yunus Emre der Tire);   7.  Sıvas; 8.  Konya -şimdi Niğde'ye bağlı- Aksaray'da Tapdık köyünde bir tepe üstünde Tapdık ve Yunus Emre'ye ait iki türbe-mezar;  9.  Kırşehir ;  10. Bolu;  11. Keçiborlu; 12. Uluborlu;  13. Manisa'nın Kula ilçesi Emre Sultan Köyünde türbede Tapdık Emre ile Yunus Emre'ye ait mezarlar;  14. Konya-Karaman'da Kirişçi Baba (Yunus Emre) Camii;  15. Eskişehir Sakarya Sarıköy'deki türbe mezar. Yapılan araştırmalara göre şiirlerinin toplandığı 'Divan' ölümünden yetmiş yıl sonra düzenlenmiştir. Anadolu'da 'Yunus Emre' adını taşıyan ve Yunus Emre'den çok sonraları yaşamış başka şairlerin yapıtlarıyla karışan şiirlerinin bir bölümü dil incelemeleri sonunda ayıklanmış, böylece 357 şiirin onun olduğu konusunda görüş birliğine varılmıştır. Gene Yunus Emre adını taşıyan ve başka şairlerin elinden çıktığı ileri sürülen 310 şiir daha derlenmiştir. Onun dil, şiir ve düşünce bakımından özgünlüğü ve etkisi, ilk düzenlenen Divan'daki şiirleri nedeniyledir. Yunus Emre, hece ölçüsünü kullanmış, özellikle yedi ve sekiz heceli kalıplarla yazmış, ama hemen bütün öteki kalıpları ve aruz ölçüsünü de denemiştir. Halk şiirine özgü dörtlüklerle yazdığı şiirlerden başka gazel biçimiyle, beyitlerle de yazmış, gazel biçimini heceye uygulamıştır. Aruz kullandığında da uyak konusunda genellikle halk geleneğini izlemiş, yarım uyaklarla yazmış, sık sık redife de yer vermiştir. Yunus Emre Oğuz lehçesiyle ve çağının konuşma diliyle yazmış olmakla birlikte kullandığı sözcüklerin tümü Türkçe değildir. Ayrıca Farsça dil kurallarına uyduğu, bu kurallarla ad ve sıfat tamlamaları kurduğu ve Türkçe sözcükleri yabancı bağlaçlarla bağladığı görülür. Bazı sözcüklerin hem Türkçesini, hem Arapçasını ya da Farsçasını birlikte kullanmıştır. Ama Yunus Emre'nin şiirlerinde Oğuz lehçesi olağanüstü bir anlatım gücüne, benzeri az görülen bir uyum güzelliğine ulaşmıştır.
Yunus Emre'nin şiirinde, edebiyat tarihi bakımından, dil, düşünce, duygu ve yaratıcılık gibi dört önemli sorun sergilenir. Bu sorunlar bir görüş ve inanış bütünlüğü içinde ele alınır, insan konusunda odaklaştırılır. Şiirde işlenen konular ise insan, Tanrı, varlık birliği, sevgi, yaşama sevinci, barış, evren, ölüm, yetkinlik, olgunluk, alçakgönüllülük, erdem, eliaçıklık gibi genellikle gerçek yaşamı ilgilendiren kavramlardır. Yunus, bu kavramları, şiirinin bütünlüğü içinde temel öğe olarak sergilemiştir. İnsan bir 'sevgi varlığı'dır, tin ile gövde gibi iki ayrı tözden kurulmuştur. Tin tanrısaldır, ölümsüzdür, gövdede kaldığı sürece geldiği özün ve yüce kaynağa, tanrısal evrene dönme özlemi içindedir. Gövde dağılır, kendini kuran öğelere ayrılır. İçinde insanın da bulunduğu tüm varlık evreni toprak, su, ateş ve yel gibi dört ilkeden kurulmuştur. Bu dört ilke yaratılmıştır, yaratıcı da Tanrı'dır. Tanrı, bu dört ilkeyi yarattıktan sonra, ayrı ayrı oranlarda birleştirerek varlık türlerinin oluşmasını sağlamıştır. İnsan, sevgi yoluyla Tanrı'ya ulaşır, çünkü insanla Tanrı arasında özdeşlik vardır. Ancak, insanın bu madde evreninde bulunması, tinin tanrısal kaynaktan uzak kalması bir ayrılıktır. Bu ayrılık insanı, yaşamı boyunca Tanrı'yı düşünme, ona özlem duyma olaylarıyla karşı karşıya getirmiştir. Gerçekte insan-Tanrı-evren üçlüsü birlik içindedir, var olan yalnız Tanrı'dır, türlülük bir 'görünüş'tür. Çünkü Tanrı, kendi özü gereği, bütün varlık türlerini kapsar, her varlıkta yansır. Evreni kuran öğelerle insanın gövdesini oluşturan ilkeler özdeştir. Bu özdeşlik tanrısal tözün bütün varlık türlerinde, biçimlendirici bir öğe olarak bulunmasından dolayıdır. Tanrısal tözün nesnel varlıklarda bulunması bir 'yansıma' niteliğindedir, çünkü Tanrı yarattığı nesnede yansıyınca 'oluş' gerçekleşir. Sevgi insanda birleştirici, bütünleştirici bir eğilim niteliğindedir. Yunus Emre, sevgiyi Tanrı ve onun yarattığı tüm varlıklara karşı duyulan bir yakınlık, bir eğilim diye anlar. Sevginin ereği yüce Tanrı'ya ölümsüz olana kavuşmak, onun varlığında bütünlüğe ulaşmaktır. Tanrı insanla özdeş olduğundan kendini seven Tanrı'yı, Tanrı'yı seven kendini sever. Çünkü sevgi kendini başkasında, başkasını kendinde bulmaktır. Sevginin olmadığı yerde, öfke, kırgınlık, çözülme ve birbirinden kopukluk gibi olumsuz durumlar ortaya çıkar. Sevginin değerini yalnız seven bilir, sevmek de bir bilgelik, bir olgunluk işidir. Yeterince aydınlanmamış, Tanrı ışığından yoksun kalmış bir gönülde sevginin yeri yoktur. Bütün varlık türlerini birbirine bağlayan, onları tanrısal evrene yönelten sevgidir. Sevgi bir çıkar aracı olmadığından seven karşılık beklemez. Dost kişi gerçek seven kimsedir (âşık). Dost başka bir anlamda da Tanrı'dır, kişinin gönlünde ışıyan tözdür. Yunus Emre'de yaşamak tanrısal tözün bir yansıması olan evrende sevinç duymaktır. Çünkü, bütün varlık türlerinde Tanrı görünmektedir, bu nedenle severek, düşünerek yaşamayı bilen kimse her yerde Tanrı ile karşı karşıyadır. Yaşamak belli nesnelere bağlanmak, yalnız gelip geçici varlıkları edinmek için çırpınmak değildir. Böyle bir yaşama biçimi kişiyi tanrısal tözden uzaklaştırdığı gibi yetkinlikten, bilgelikten de yoksun kılar. Yunus Emre'nin dilinde bilge kişinin adı  'eren'dir. Eren barış içinde yaşamayı, bütün insanları kardeş görmeyi, kendini sevmeyeni bile sevmeyi bilen kişidir. Onun gönlü yalnız sevgiyle, dostluk duygularıyla doludur. Evreni bir tanrısal görünüş alanı olarak bildiğinden, erenin evrene karşı da sevgisi, saygısı vardır. Erenin gözünde insan bir küçük evrendir, büyük evren ise tanrısal tözün kuşattığı sonsuz varlık alanıdır. Eren olma aşamasına ulaşmış kişide erdem, alçakgönüllülük, eli açıklık, yetkinlik, olgunluk bir bütünlük içinde bulunur.Ölüm tinin gövdeden ayrılıp tanrısal kaynağa dönmesiyle gerçekleşir. Bu nedenle ölüm tinle gövde arasında bir ayrılıktır. Gerçekte ölüm yoktur, tinin ölümsüzlüğe ulaşması, yüce kaynağa dönüşü vardır. Çünkü, bütün varlık türleri tanrısal tözün yansıması olduğundan, salt ölüm de söz konusu değildir. Ölümün bir başka anlamı da bilgiden, erdemden, yetkinlikten, sevgiden yoksun kalmaktır. Yunus Emre'nin şiirinde Yeni-Platonculuk'tan kaynaklanan Tasavvuf öğretisinin bütün sorunları bulunur. Bunlara yeni bir çözüm getirmez, Yeni-Platonculuk'un yöntemine dayanarak yorumlar ileri sürer. Bu nedenle onun şiiri Yeni-Platonculuk'un Türkçe açıklanışıdır.
Yunus Emre'nin edebiyat tarihi bakımından, önemli bir yanı da Anadolu'da, Türkçe şiir dilinin öncüsü olması ve tasavvuf sorunlarını yalın, kolay anlaşılır bir dille söyleyişi nedeniyledir. Şiirleri  söyleyişi akıcı, sürükleyici bir nitelik taşır. Tasavvufun en güç anlaşılır kavramlarını, Türkçe'nin ses yapısına uygun biçimde dile getirir, şiirinde duygu ve düşünce birliğinden oluşan bir derinlik görülür. Yer yer yalın halk söyleyişine yaklaşan dilinde anlam-uyum bağlantısı bütüncül bir içerik taşır. Ona göre önemli olan bir sözü etkili biçimde söylemektir. Bu nedenle sözün boş bir kavram olmaması, bir varlık sorununu, bir düşünceyi dile getirmesi gerekir. İnsan ancak söz söyleme yetisiyle insandır, konuşan Tanrı durumundadır. Yunus Emre'de Türkçe, şiir dili olma yanında, düşünceyi içeren, açıklayan bir odak özelliği kazanmıştır. Dilinin arılığı, anlatımının şiirsel gücü, dinsel inancındaki içtenliği, aşk, ölüm gibi evrensel şiir konularını etkileyici biçimde anlatışı vb. dolayısıyla bütün Türk edebiyatının en büyük şairlerinden biri sayılmıştır. Günümüzde onun asıl büyük değerinin ise her dinden, her inançtan insanlara aynı gözle bakan insan sevgisinden kaynaklandığı kabul edilmektedir. Yunus Emre'nin biri şiiri, öteki düşünceleriyle olmak üzere, iki yönlü bir etkisi vardır. Gerek dili, gerek görüşleri bakımından halk şiirinin de öncüsü sayılmaktadır. Özellikle tasavvuf inançlarını benimseyen Alevi-Bektaşi geleneğini sürdüren halk ozanları üzerindeki etkisi büyük olmuştur. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder